Her zaman yapmamız gereken, üzerimize terettüp eden, ihmal ettiğimiz vazifeleri hatırlatması bakımından siyer okumak, Peygamber Efendimizi tanımak hepimiz için ayrı bir önem arz ediyor. Farkında olmadan “hayır insanı” olup çıkıyoruz. Dikkat edilip azamî istifade edilirse “vakıf insanı”nın amellerini işleyerek o yolun adımlarını atıyoruz. O manevî hava sürükleyip götürüyor bizi. Zayıflar ve düşkünlerle olan alakamız, bizim onlara dört elle sarılmamız, ihtiyaç sahiplerine gösterdiğimiz ihtimam Peygamber ahlakının ayrı bir bereketi… Biz onların dualarını alırsak, maddeten ve manen hayırlı neticelere-rızıklara kavuşabiliriz. Aksi halde sürünürüz; zenginliğimiz olsa da olmasa da sürünürüz. İmkanlarımız artıyor, kalkınıyoruz zannetsek de tükeniş gayyasının diplerine yuvarlanmaya devam ederiz. Dinî hassasiyeti olanlar bağlı oldukları değerleri, ölçüleri her durumda herkes için uygulayabilmeli. Ölçülerin tarafında olmalı. Asla unutulmamalıdır ki; hayır ile şer arasında, doğru ile yanlış arasında, ihanet ile sadakat arasında, nur ile zulmet arasında, gaflet ile basiret arasında, izzet ile zillet arasında, maruf ile münker arasında tarafsız olunamaz. Ya onu ya diğerini seçeceksin. Birine karşı olan tavrın, diğeri ile olan münasebetini de ortaya koyacak. Bizlerin ihmal ettiği, dikkate almadığı hallerimizden birisidir bu.
Mükellefiyet ve mes’uliyet sahasında hükmi boşluk yok! Bir şeyi yapmamak, bir başka şeyi yapmış olmaktır! Doğruyu yapmamak yanlıştır, yanlış yapmamak doğrudur. Tarafsızlığı, mesuliyetten kaçışın vasıtası olarak kullanmak, mesuliyet hükmünün en ağırına müstahak olmaktır. İnsan, meseleler içinde yaşıyor. Ama insanın içinde yaşayan meseleler de var ve bunlar çözülmeden, diğerlerine sıra gelmez. Gayretli, sabırlı ve kararlı olmaya mecburuz. Herkesin kendi menfaatini düşündüğü bir cemiyette hak-hukuk-huzur kalmaz. Öylesine, orman kanunu bile denilemez. Çünkü hayvanlar bile dar bir menfaat çerçevesinde hareket ederler. Tatmin olmaları kolaydır. Acıkınca ve korkunca saldırır. Onun dışında zarar verici olmaz. Ya insan! İhtirası ve ihtiyacı sonsuz; zekâsı var, gelişmiş âletlere sahip! Kendi menfaatinden başka bir şey düşünmeyen böyle bir varlık, duvarını aşar. Engel-sınır tanımaz! Arslan, kaplan, kurt, çakal onun yanında kuzu gibi kalır. Başkasının menfaatini gözetmek, hem hakkın-hukukun kaynağıdır, hem de iktisadi sıhhatin (aslen) şartıdır. Rabbimizin fânilikler içinde ebedîliği, dünya içinde âhıreti kazanabileceğimizi Peygamber Efendimizin “dünya ahıretin tarlasıdır.” Hadisinden de anlıyoruz. Ne mutlu bu şuurla hareket eden mü’minlere…
Uğraşırsınız, didinirsiniz, bir de bakarsınız ki insanlığınız azalmış! “Nasıl oldu bu, bizim hesabımızın matematiği o kadar sağlam iken bu nereden çıktı, nasıl azaldı insanlığımız” diye de hayrete düşersiniz. Bizleri ikaz ve irşad edecek “gönül dostları”ndan mahrumuz. Onlarla irtibatımız kesildi. Onların izinden gitme iddiasında olanlar da dünyevîleşti. Nerede İmam-ı Rabbaniler, Nerede Gazaliler, Geylaniler. Onların açtıkları ufuklar, daralan, kararan gönüllerimizi aydınlatan ışıkları. Nerede “Sünneti çağa taşımak” için gösterilen gayretler. Dinin sabiteleri ile değişkenleri vurgusu. Nerede kitaba uymak ile kitabına uydurmak farkının izahı. Nerede dinin özünü-ruhunu kavramış, kabuğunda kalıp öze inemeyenlere gerekli ikaz ve irşâdı yapanlar. Dine uyma yerine dini kendi anlayışına uyduranlar. Hassasiyetimizi paylaşıp, işin ruhunu kaybetmiş Müslümanların haline gözyaşı döken dikkat ve rikkat sahipleri? Nerede. “Tövbemiz, tevbeye muhtaç!” diyebilen gönül dostlarının mütevazılığına ihtiyacımız var.
Emanet ve kulluk şuuru kayboldu. Maliki mülk olan yalnız Allah’tır. Kendisinin Allah’ın bahşettiği imkanları kendisi elde etmiş, tek sahibi gibi hareket edenler gurura kapıldığı, yaratanını unuttuğu için iflah olmazlar.
Kendi günahlarını düşünmekten başkalarının günah ve kusurunu göremez hâle gelen Müslüman nerede? Günahkârın, isyankârın elinden tutan Müslüman nerede? “Dünyevileşme” hastalığına bulaşmamış sade hayatı tercih eden paylaşan, dertleşen, şefkat-merhamet timsali “örnek insan” olma gayreti içinde derdi, sancısı olan mekaniklikten kurtulan Müslüman! Neredesin? Gencimizle, yaşlımızla, çoluk-çocuğumuzla, kadınımızla erkeğimizle, işçimizle, köylümüzle, memurumuzla, okumuşumuz, okumamışımızla bütün ülke insanımız, yanlış bilgilendirmelere karşı nasıl bir bilgi ile donatılacağımızı araştırmalı, eksikliklerimizi tamamlamayarak her hal ve şartta ibadetlerle beraber ahlâki hayatı da yaşamalı. Yoğun tartışma ortamlarında, geniş kitlelerin yüreğine zerkedilmek istenen şüphe bulutlarını dağıtmak için bir gayretimiz olmalı. Tebliğ; bizim gündelik hayatımıza girmeli. “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız mutlaka üstünsünüz” âyeti, yüreklerimizde bir inşirah, bir sürur, bir mesuliyet getirmeli. Rabbimiz var. Neden mahrumuz! İmanımız en güzel imkânımız değil mi? Bu kafa ve gönül karıştırıcılarına malzeme olmayalım artık. Biz değişmeden bir takvim yaprağını koparmakla herhangi bir şeyin değişmesi mümkün mü? Kur’an-ı Kerim’de de “Hiç şüphesiz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez. Ve Allah (hak eden) bir toplumu cezalandırmayı murad ettiği zaman, ona mani olmak mümkün olmaz. O’ndan başka sığınacak bir merci de bulamazlar.” (13 Ra’d 11) ikazı yok mu?
Bugün insanın iç meselesini halletmeden; “iktisadî-siyasî-sosyal” meselelerin çözümünü gerçekleştiremeyiz. Baksanıza şu ihtiyar dünyaya. Savaş, kan, kıtal, zulüm, haddini bilmezlik, sınır tanımazlık, küstahça kibirleniş, kutsala sırt dönüş, gücün ve şiddetin kutsanması, servetin azmanlaşması, insanın hayvanlaşması, merhametin yerini şiddetin alması, muhabbetin yerine seksin ikamesi, evliyanın yerine eşkıyanın geçmesi, vs. Allah Rasulü Mekke’de Ebu Kubeys tepesine çıkarak, “Tehlike kampanası”nı çalarak insanları toplamış ve insanlığa kurtuluş davetini ilan etmişti. Şimdi biz hangi “tehlike kampanası”nı çalıp da “Durun kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak” diyeceğiz. Hangi kampanaya vuralım tokmağımızı? İnsanlık duysun-duymasın biz çağrımızı yapalım. Böyle bir dünyaya, sanal dünyalardan hakikat dünyasına, bir çağrıdır bu. Kur’an-ı Kerim’in ebedîyete çağrısı tek umuttur. İnsanlığın içine düştüğü karanlıklara yakılan bir kandildir bu çağrı. Bu, kendinden uzaklaşan insana “Kendine Gel!” çağrısıdır, dâvetidir. İcabet edenlere ne mutlu!..